21 Ağustos 2014 Perşembe

İNDİR KALKANLARI !!!



Egolarımızla kuşatılmış durumdayız, malum. Zaten hep öyleydik te, son yıllarda bu kavram çokça sorgulanır olunca, neyle savaştığımızı, neyi kabullenmeye çalıştığımızı ve neyle barışmaya uğraştığımızı tanımlayabilir olduk.
Egonun oyunlarından biri de, aslında daha samimi, daha kendimiz gibi davranmayı hayal ederken, artık öğretilmişlik mi dersiniz, -yine yeni kavramlardan olan- X Jenerasyonunun talihsiz “asla zayıf olduğunu gösterme!” düsturu mu, kalkanlara bürünmemize sebep olması. “Eğer çok fazla şöyle olduğumu açık edersem, insanlar bana daha az saygı duyabilir...” Ne saçmalık!!! Ama dedik ya, ego işte.. Ve sırf bu yüzden, olmadığımız gibi davranıyoruz bazı –pek çok??- durumda. Hepimizin var bir duruşu ve pek te beğeniyoruz üstelik. İçimizdeki en yumuşak, en insancıl, en sıcak yönlerimizi törpülemek pahasına da olsa, ona sahip çıkmaya çalışıyoruz. Ve birşey daha söyleyeyim mi; bunları takmayıp en hesapsız olanlarımıza da, “birazcık değişik...” diyoruz, en kibarca.. Ayrıca, bunu yüksek sesle de dile getirip, “ben hiç öyle değilim, ben hiç şöyle yapmam, aa asla” dediğimiz zamanlar da oluyor. Konumlandırma sarsılmasın, mazallah..
Ama bunu yemeyenler de çıkıyor..  Çaaatt diye diyor ki, “yoo sen tam olarak ta öylesin, neden kendinle ilgili böyle bir izlenim yaratasın ki?”.. Gek gükk..
Şimdi yakalandığına mı yanacaksın, söylenenin doğru olmasının yarattığı mahçubiyetle mi mücadele edeceksin?  Ve böyle birşey söyleyebilecek  çok az insan varken –ve zaten sadece onların yanındayken kalkanlarından arınmışken- başka bir tanesinin sana denk gelmesine mi şaşacaksın?

Hissiyatı ile ilgili ise iki seçenek var. Söylenen, senin “tatlı” ama “göstermesem daha iyi” diyip, mahçup gülümsediğin bir yanınsa, için sımsıcak olur. Ve benim yaptığım gibi, bu duygu hatırına birkaç satır yazılmasını hak eder.
Veya, zaten aslında olmadığın ama o ya da bu nedenle “zorunda” hissettiğin bir alandan geldiyse atak, o bir fena... Onu yapmayın, yapmayalım.  
Yani... En yumuşak karnımız en güçlü tarafımız aslında. Özellikle, kurumsal kimlikti, toplum baskısıydı, yaşanmış kötü tecrübelerdi, şuydu buydu derken, kendi yarattığımız mini karakterlerle “aslolanımız”ı düşmanımız kılar oluyoruz. Kalkanlarımızla kendimizi kendimizden mi koruyoruz, aslında ne saçmalıyoruz??   

Bu yazı biraz da, bunu yemeyen kişilere.  -Hiç te abartmıyorum- bize insanlığımızı hatırlattıkları için.

P.

19 Temmuz 2014 Cumartesi

BİRAZ KUZEYİNDEN BİRAZ GÜNEYİNDEN; GÜLERYÜZLÜ VİETNAM...

* Babylon Dergi No:10'da yayınlanmıştır.

Pekçok yere gittiniz belki ama Vietnam’a yolunuz düşmediyse, mutlaka gidin! Hiç mi fırsat olmadı bir yerleri gezip görmeye; ilk fırsatta gidilecek yerler listenize Vietnam’ı da ekleyin. 8 günde 3 şehrini merkez alarak gezdiğim bu “güleryüzlü” ülkeden notlarım...

Ho Chi Min City (HCMC)

Gezi yazıları genelde “nasıl gidilir” sorusuna cevap verilerek başlar. Kuralı bozmayalım; Istanbul’dan Ho Chi Min City, eski adıyla Saygon’a, hergün karşılıklı direkt uçuşlar var. Uçuş süresi ortalama 10 saat. Havaalanına indikten sonra şehir merkezine taksi, otobüs ve hatta sırt çantanızla seyahat ediyorsanız moto-taksilerle 30-50 dk içinde varabilirsiniz. HCMC Vietnam’ın en büyük şehri ve genel itibarıyla da “büyük şehir” görünümünde.. Elbette, 7 milyondan fazla nüfuslu kentte 5 milyon adet motosiklet bulunduğunu söyledikten sonra, içine daldıkça karşılaşılacak “kendine özgülüklerine” de çok ta şaşırmamak gerek.

HCMC merkezli olarak gidilebilecek yerlere geçmeden önce şehirde yapılacaklardan bahselim. Katedralinden müzesine, çarşısından pazarına görülecek pek çok yer var tabii ki; özellikle War Remnants Museum’un, Vietnam denince akla gelen ilk kelime savaş iken, görülmesi gerekir. Şehrin genelini göreyim derseniz günübirlik turlar var ve öğle yemeği dahil en fazla 5 dolar. Ama kendiniz gezerek keşfetmeyi tercih ederseniz birkaç tavsiye: 1975’te Saygon’u teslim almaya gelen tankların kapilarini kirarak geçmesiyle, Amerika ile olan savaşın fiilen bitişinin sembolü olan Reunification Sarayı ve Çinlilerin en güzel tapınaklarından sayılan Thien Hau Pagodası görmeye değer. Hayatın oldukça ucuz olduğu bu ülkede alışveriş yapmadan durmak neredeyse imkansız. Adres olarak, hediyelik eşyasından, kıyafet, çanta, ayakkabıya, Vietnam’a özgü yüzlerce yiyecek-içecek çeşitlerine kadar herşeyi bulabileceğiniz Ben Thanh Market’i önerebillirim. Buralara ulaşımı taksilerle, çek çek olarak bildiğimiz cyclo’larla veya moto-taksilerle sağlayabilirsiniz. Herbiri için ödeyeceğiniz ücret, en fazla 1,5 dolar.  Bu arada, şehir geziniz sırasında “bir mola vereyim” derseniz masajlardan masaj beğenebilirsiniz.


HCMC’de geceleri de hareketli ama saatler alışılmışın biraz dışında. Mekanlar akşam 9-10 gibi kapılarını açıyorlar ve eğlence nispeten erken başlıyor ama aynı şekilde de gece 2 gibi neredeyse heryer kapanmış oluyor. Chill Sky Bar, 27 katlı AB Tover binasının tepesinde bu sene açılmış, tüm şehri gören manzarası ile oldukça büyük açık ve kapalı alana sahip güzel bir bar, www.chillsaigon.com. Biraz daha hareket isterseniz, Apocalypse Now iyi bir seçenek olabilir; 2 katlı kapalı mekan expatlar ve turistlerin de rağbet gösterdiği bir yer, http://apocalypsesaigon.com.. Daha da geç saate kalmak isteyenler, back-packer’ların bölgesi olarak bilinen Bui Vien Caddesi’ne gidip, açık olan sayılı mekanlardan Go2 Cafe-bar’da birşeyler içerek, sakinleri gereği hareketi eksik olmayan caddede geceyi tamamlayabilir. Martini Bar ve Blanchy’s Tash Bar da seçeneklerden...

HCMC hareketli gidilebilecek yerlere ve hayatımda yediğim belki de en taze ve lezzetli yemeğe geçelim. Tavsiye edeceğim 3 yer var. İlki, aslında HCMC’i ziyaret eden herkesin de gitmediği bir yer, Can Gio-Monkey Island:

Buraya Monkey Island denmesi boşuna değil tabii ki. Milli Park kapsamındaki bölgede, yollarda serbestçe gezen onlarca maymunun arasından geçerek, ABD-Vietnam savaşı sırasında Vietnamlı gerillaların saklandıkları ve timsah dolu nehirde, zor doğa koşullarında mücadele verdikleri, Rung Sac Gerilla Karargahı’na ulaşıyorsunuz. Bu bölgeye belli bir noktadan sonra ancak küçük teknelerle gidilebiliyor. Savaşın izlerini ve tarihin yanısıra doğa da gerçekten çok etkileyici, özellikle de mangrove ormanları .

Maymunların “dostane” saldırılarını başarıyla atlattıktan sonra, 10 km mesafedeki Can Gio Beach’e ulaşıp rüya yemeğiniz için hazırlıklara başlayabilirsiniz. Evet, önden bir hazırlık yapmanız gerekiyor; şöyle ki:  Yüzlerce leğen içinde canlı canlı onlarca deniz ürününün satıldığı Can Gio Balık Pazarı’na uğruyorsunuz, istediklerinizi seçip beğeniyorsunuz, torbaya doldurtup deniz kenarındaki restoranlara gidip, torbaları teslim ediyosunuz. Istakozundan karidesine, midyesine, ahtapotuna ve adını bilmediğim ama tadına aşık olduğum deniz ürünlerini pişirip getiriyorlar ve alması, pişirtmesi yanında içeceği dahil adam başı en fazla 15 dolar ödüyorsunuz. Unutamayacaksınız...

Mekong Deltası

HCMC’den hareketle gidilebilecek bir diğer yer ise Mekong Deltası. Ülkenin en güneyinde bulunan Mekong Nehri, toplam 6 ülke ve 4500 km katederek Uzakdoğu’yu boylu boyunca geçiyor ve Vietnam’ın pirinç kasesi olarak anılıyor. Sadece pirinç degil, tropikal meyve ve çiçekleri ile de ünlü.. Şeker kamışı, hindistan cevizi ve balık halkın diğer geçim kaynakları. Zaten turizm de tüm bu unsurların üzerinden ilerliyor denebilir. Delta haliyle kanallarla dolu; böyle olunca da birçok şey nehirde hallediliyor; bu durumun en ilgi çekici yansıması da yüzen marketler (floating markets).  Toptancılar nispeten büyük teknelerle dururlarken diğer alıcılar daha ufak teknelerle gelip alışveriş yapıyorlar; görmeye alışkın olduğumuz ticaretten çok uzak ve şüphesiz görülesi...  Deltadaki tur boyunca pirinç yufkası, hindistan cevizi şekerlemeleri, pirinç helvası imalatlarının yapıldığı birkaç köy ziyareti –ki bu köylerin bazılarına dar kanallardan kanolarla ilerleyip ulaşabiliyorsunuz- ve ufak çocukların söylediği yerel şarkılar eşliğinde yiyeceğiniz yine çok lezzetli yemekler de aktiviteleriniz arasında olacak. Hayatın tam anlamıyla suyun üzerinde sürüp gittiği bu “dünyada”, teknelerin sahiplerini koruduklarına ve olası tehlikeleri görmek için de gözlere ihtiyacı olduğu düşünülüyor. Nehirde göreceğiniz irili ufaklı tüm teknelerin önüne çizilmiş olan 2 tane göz bu inanışın gelenekselleşmiş hali.

Cu Chi Tünelleri

Kuzeye yönelmeden önce, yarım gününüzü ayırarak görebileceğiniz üçüncü adres ise Cu Chi Tünelleri. Bu bölge bir kez daha savaşla bezeli yakın tarihi hatırlatıyor ancak savaş sırasında tamamen yok olan doğal örtüsünün şu anki halini görmek için bile gitmeye değer. Yer yer gökyüzünü bile göremeyeceğiniz heybette bambu ormanları ve daha birçok ağaçla kaplanmış heryer. Ama gökyüzünden yeryüzüne ve dahası yerin altına çevirince yüzünüzü, 20  yıl boyunca genişleyerek inşa edilen ve 250 km2’lik bir alana yayılan tünellerin bağlantılarındaki kurtuluş mücadelesi başka türlü bir hayranlık ve yanında saygı da uyandırıyor. Tünel deyince aklınıza birilerinden kaçmak için kullanılan geçitler gelmesin. İçinde insanların yaşadığı, 3 katlı yeraltı şehirlerinden bahsediyoruz. Cu Chi Tünelleri’nde savaşma ve çalışma alanları, mutfak, uyuma yerleri, Saygon nehrine açılan gizli çıkışlar var. Tünel girişleri orjinal olarak Amerikan askerlerinin giremeyeceği kadar dar; Vietnam’lılar bir anlamda minyon yapılarının avantajını kullanmışlar. Günümüzde, turistlerin de girebilmesi için bazı tüneller genişletilmiş durumda.

HCMC ve çevresini gördükten ve artık milyonlarca motorsikletle beraber yaşamaya biraz olsun alıştıktan sonra yönümüzü kuzeye çevirelim; ilk durak Vietnam’ın başkenti Hanoi.

Hanoi

Hanoi’ye HCMC’den 2 saatlik bir uçak yolculuğuyla ulaşabilirsiniz. Başkent olmasına rağmen, HCMC ile karşılaştırılınca büyük şehir görüntüsünden uzak sayılabilecek bir şehir burası. Görülecek yerler genelde Eski Şehir (Old Quarter) ve Fransız Koloni Bölgesi şeklinde isimlendirilen alanlarda toplanmış. Eski Şehir turunuz sırasında One Pillar Tapınağı, Hoan Kiem Göl Parkı ve Ulusal Vietnam Tarih Müzesi görülebilecek yerler arasında. Fransız Koloni Bölge’sinde ise Ho Chi Min Mozolesi ve Parlamento binası görülebilir. Hanoi’de görece olarak yapacak şeyler sınırlı ama genelde turistlerin Unesco tarih mirası listesinde bulunan Halong Bay’a geçmeden önce bir nevi durak olarak kullandıkları şehri, geleneksel Thang Long Su Kukla Tiyatrosu’nu da görmeden terketmeyin. Cuma-Cumartesi günlerine denk geldiyseniz Gece Pazarı’nı da (Night Market) görmelisiniz, pazarlık kabiliyetinizi test etmek için birebir.

Halong Bay

Vietnam rotamdaki en büyüleyici yerdi burası... Doğru sezona denk getirildiğinde, burası Vietnam’a gelmek için başlıbaşına bir sebep olabilir.  Şubat-Nisan arası pek tavsiye edilmiyor çünkü hem çok soğuk hem de sisli oluyormuş. Benim ziyaretim Aralık ayındaydı, pırıl pırıl olduğunu söyleyemem ama havanın işleri bozduğunu söylemek te haksızlık olur.  Rüzgar ve dalgalar 3000’den fazla adacık, sayısız mağara ve kireçtaşı tepeleri oluşturmuş; size de bu harika oluşumların arasında ahşap junk teknelerle yapacağınız gezinin tadını çıkartmak kalıyor. Günübirlik, 2 veya 3 gece konaklamalı turlar mevcut. Benim tavsiyem en azından 1 gece bu doğa harikası yerde teknede konaklamanız ve güneşin doğuşuna ve batışına da şahit olmanız. Kendinizi gerçekten şanslı hissedeceksiniz.


1 gece konaklamalı turun programı şu şekilde: Teknenin demirleyip küçük kayıklarla sizi karaya çıkardığı ilk nokta, Thien Canh Son Mağarası. Devasa büyükükteki mağara, içindeki ışık efektlerinin de katkısıyla insanı büyülüyor. 2 gece konaklamalı turlarda, 2.gece bu mağaralarda verilen bir parti de bulunuyormuş, vaktiniz varsa kaçırmayın.. Mağaranın bulunduğu adanın sahilinde mevsimine göre yüzebilir veya kanoyla 1 saatten uzun süre gezebilirsiniz. Kürek sesleri dışında eksiksiz ve kusursuz bir sessizlik... Geceyi korunaklı bir bölgede geçirip nefis bir uyku çektikten sonra kahvaltı sabah 7’de, izzet ikram yine sınırsız. Siz çayın kahvenin tadını eşsiz manzara eşliğinde çıkartırken bir yandan da Vung Vieng Balıkçı Köyü’ne doğru yol alınıyor. Burası yüzen bir balıkçı köyü.. Tek odalı evlerin etrafında bahçe-tarla yerine balık ağları, küçük çocukların altında bisiklet yerine bambu kayıklar olan ama uydu antenli televizyon ve buzdolaplarına da sahip yüzen evlerde süren şaşırtıcı bir yaşam ve yine gülen yüzler. Dönüş yolu ve öğleden sonra tekrar Halong City’ye varış.. Oradan da zamanınız, bütçeniz, hayalleriniz elverdiğince yeni duraklara hareket. Benden de selamlar..

 

1 Temmuz 2014 Salı

Yazası olmak..


Sürekli yazası olan bir insanım.
Herşey hakkında yazarım.. Kendimi sözlü olarak ifade etmekte sorunum olduğundan da değil üstelik. Ama çocukluğumdan beri hep, "yazdım da".

Bir kahraman yaratıp onunla sohbet etmek değil, hikaye değil; evet şiirlere dair bir dönemim oldu gerçi -kafiyeli olsun ya da ikinci yeni(!)- ama yine de şiir, hiç değil. Ben değil, belki de haddim değil.

Sayısız günlük tuttum! Hepsi yarım kaldı ve her yeni günlüğe "bu sefer düzenli yazacağım" diye başladım. Bir noktadan sonra "yaaani hani öyle her gün yazamayabilirim" gibi pazarlıklarla açılış yaptığım günlüklerim bile var. Anafikirden uzaklaşmamak lazım; yani her zaman vardı yakınlarda, bir defter bir kalem.
Çoğunlukla devrik cümleler kurdum, belli bir sıra izlemeden çıkıyor benden kelimeler.


------------------
Paylaşmayı istediklerim de oldu aslında. Blogu da -vakti zamanında- bu yüzden açmıştım zaten. Ama "belli bir konu olmalı mı ki, amaan canım kim okuyacak" diye diye 10-12 post Avustralya hakkında yazıp bırakmışım. Oysa kaç defter doldu bu sırada, kaç ufak-tefek not kağıdı "sonra deftere geçiririm" diyerek, o defterlerin sayfa aralarına sıkıştırıldı.

Bu arada bir müzik dergisinde sosyal sorumluluk projeleri hakkında yazdım, bir de gezi yazım oldu hatta, Vietnam..

Sonra benim birader dedi ki bir gün "ne farkeder.. Ne istersen onu yaz ve ne farkeder ki kim okumuş?". Daha önce bilmediğimden değil de.. Bu sefer "tamam" dedim içimden.

Aklıma -bence değişik- bir şeyler geliyor bazen veya "bak ne güzel!" diyerek paylaşmak isteyeceğim şeylerle karşılaşıyorum hayatta. Okuyorum, izliyorum, geziyorum, düşünüyorum. Çok az şeyi, kişiyi "gerçekten" merak ediyorum ama merak ettiklerimi öğrenmek, öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum.

Herkes biraz da anlatmak için yaşar.
---------------------

"Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır" - Gabriel Garcia Marquez

P.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Geldigin yagmurla git..

22 Mayis 2010... Sydney'e ayak basmamin uzerinden 88 gun gecti ve yarin aksam 18.45 itibariyla, muhtemelen bir daha donmemek uzere ayriliyorum. Geldigim gun, ilk gittigim yer Opera House'un orasi olmustu ve deli gibi yagmur yagiyordu. Pacalarim dizime kadar sirilsiklam olmustu. Zaten 88 gun boyunca, onun disinda toplasan 10 gun yagmur yagmistir ve bugun de onlardan biri iste. Yani yagmurla geldigim bu guzelim sehirden yagmur esliginde ayriliyorum; gozlerimde bir damla yas... Hehe:)))

Bunlari Bondi Beach'teki muhtesem okyanus manzarali, "you only live once" sloganli cafe'den yaziyorum. Plaj haliyle bombos bu yagmurda, cengaver birkac sorfcu disinda kimsecikler yok. En conconundan kirmizi sarabimi yudumlayip, king mozarella'mi tirtiklayarak keyif yapar ve veda ederken soooyle bi aklima gelenleri yokladim. Daha dogrusu bir cirpida buraya dokulebilecekleri. Buyrun meraklisina:


- Iyi olurdu esasinda, planladigim sekilde yazabilseydim su 3 aylik donemi ama olmadi iste. Gelenim gidenim oldu malum -ne mutlu ki- ama o aralar kaybolan disiplin kayboldugu yerde kaldi oylece. Neyse ki 24'luk 36'lik filmlerle kisitlanmadan fotograf cekebiliyoruz da artik, bu sayede kayitlarda Avustralya'daki 3 ayim.

- Melbourne => Sydney'den cok farkli bir sehir. Bence daha elit, daha az kozmopolit. Ama bizim bunyeler Istanbul'dan antrenmanli karmasaya malum, yani oyum yine de Sydney'e. Ama guzel, gorulesi bir yer "yolunuz duserse" Avustralya'ya

- Kings Cross=> Nasil diyim, Sydney'in Taksim'i.. Guzel cafeler, clublar genelde o civarda, hayat ara sokaklarda. Olayi cozdugumuz ve "freak" arkadaslar edindigimiz o gece... Mutlaka hatirlanacak. Bir de Enrico, ah Enrico:)))
- Harbour Bridge=> Oyle kentin simgesi oldugundan falan degil, tepesine tirmanmisligimiz var bugune bugun, biraderle bizzat. Ghostbusters kostumlerimizi giyip (Oyku'cugume sevgiler) Sydney'e baktik alacakaranlik ve gece arasi bir zamanda. 10 kisi intihar etmis simdiye kadar, birkac cift evlenmis tepesinde ve bir suru de evlenme teklifi olmus en romantiginden tirmanislar sirasinda. Ama bir tanesi "basarisizlikla" sonuclanmis. Kadin adama demis ki "asagi inince konusalim bunu". Ama intihar eden 10 kisiden biri bu adamcagiz degil, merak etmeyin.


- Event Cinemas=> Sakin demeyin, "Sydney'e gidip te sinemaya mi gidilir" diye, diyenler oldu zira. Gold Class'a gidin ama.. Keyif manyagi olursunuz, bana da tesekkur edersiniz sonra. Nasil oluyorsa hic gorunmeden ve konsantrasyonunuzu bozmadan film boyunca hizmet eden garsonlar mi istersiniz, perdeyi gormek zorunluluk olmasa 180 derece yatiracaklari koltuklar mi, yastik, battaniye vesaire mi?? "Nooolur biraz daha kaliym" tarzi bir yer iste. Robin Hood'u izledim orda ama, bi o tarafa bi bu tarafa yuvarlamaktan ne kadar izledim tartisilir

- Jessica Watson=> 16 yasindaki Aussie, 7 ayda dunyayi yelkenliyle turladi kendisi. Bunu yapan en gec insan. Bi Cumartesi sabahi "bugun naapsam naapsam" derken, TV'de gordum ki geri donus gunu gelmis catmis tam da o Cumartesi. Dedim tarihe taniklik edeyim o halde, kosa kosa gittim Opera House'a ve "senliklere" katildim. Dedi ki Jessica Watson, 16 yasinda, "live your dream". Ve kendini "kahraman" ilan eden basbakana kafa tuttu konusmasinda "basbakanimiza katilmiyorum" diyerek:)) "I am an ordinary girl with a dream". Samimiydi ustelik, hani anlarsiniz ya, ukalaliktan degil, belli ki oyleydi gercekten.. Sevdim kendisini, bravo dedim..
- Evim=> Nohut oda bakla sofa ama "evim" oldu 3 ay icin bile olsa. Quest Serviced Apartments, Golbourn Street, otopark girisi Pitt Street'ten. Salondaki 2 tekli koltugu duz degil capraz gormek istedim ama her aksam isten dondugumde duz konumlandirilmis buldum pek sevgili housekeeper'lar marifetiyle. Bu konuda kafam karsiti bi ara. Her gun yatagimi toplayip, cok basarili olmasa da ortaligi temizleyen birileri oldugu icin sukur mu etmeliyim yoksa "burasi benim evim" dusturuyla koltuklarimin capraz konumlanmasi konusunda israrci mi olmaliyim?? Sonuda ikisine de sahip oldum, onlar duzelttikce ben yamulttum, onlar duzelttikce ben yamulttum ve ogrendiler:) Asla aziyla yetinmeyin:))
- Arabam=> Kullanmaya basladigimin 2.haftasinda otopark duvariyla opusturdugum ve hayatimda yaptigim 3.kazanin aktoru olan sevgili beyaz Toyota'm. Seni aldigimda 100 km'deydin, simdi olgunlastin, 10bin km'yi devirdik gecen hafta beraber. Seni de "benim" yaptim, dikiz aynana bi koala astim, bi de araba kokusu.. Her sabah kahvalti ettim icinde, doke saca. 3 ayda sadece bir kez yikattim seni, bir kere de deli gibi yagdi da neyse ki "dus aldin" haliyle. Her gun, gidis 1 saat donus 1 saat, 2 saat gecirdik beraber. En cok o surelerde dusundum, kararlar falan aldim, sukrettim, huzunlendim... Avaz avaz muzik dinledik beraber, en cok Queen'den "Love of my Life"i sevdik, iclendik. 94.5 FBI  ve 95.3 Classic Rock FM de hatirlanmali yolculuklarimizda.

- Villawood=> Anzac Koprusu'nu gec, Hume Highway'e girmek icin saga sap, yaklasik 15 km sonra Kentucky, Mc Donald's falan var, onlari gorunce sag seriite kal cunku United 24 benzin istasyonundan saga doneceksin yakinda. Biraz daha ilerde gobegi gec, sagdan gelen arabalara yol ver, ilk baslarda bana oldugu gibi bodoslama dalip korna uzerine korna yeme, sonra da Castel benzin istasyonundan sola don bu kez. Sonra 1 km sonra Marple Avenue'den saga. Iste 3 ayim burda gecti. Colgate-Palmolive Villawood'da, mavi boyali duvarli giristen girip
- Neler ogrendim=> Cok sey... Ama tek bir sey soyleme hakkim olsa: "En guzel yer sevdiklerinin oldugu yer"
- Yine de ilk 3'e girer mi bu sehir? Girer..

Hoscakal Sydney:) G'day..

6 Nisan 2010 Salı

10.000 adim, bi de Sky Tower

Hayatimda bir yenilik var a dostlar!! Yok yok, annemlerin burda olmasi degil. Anne dedigine hemen alisiyorsun zaten, o yenilikten sayilmiyor. Sadede geliyim di mi:
Bendeniz 1 Nisan itibariyla adimlarimi saymaya basladim. Kafayi yemedim merak etmeyin; adimlarimi saysam da yerdeki karolari sayip cizgilere basmaya ya da -mamaya calisiyor degilim. Hala sadede gelemedigimin de farkindayim, haha neyse.. Durum sudur ki, sagligimizi ve kondisyonumuzu da onemseyen sevgili sirketimiz, herbirimize birer adim sayaci dagitip, "gunde 10.000 adim atiniz, hatta takim kurunuz ve birbirinizle yarisiniz, odul var oduuuul" diyince tum sirket yollara dokulduk! :)

10.000 adim diyip gecmeyin, soyle izah edeyim: Sabah kalktiniz, taktiniz belinize aleti, basladiniz sekmeye. Ise gittiniz (arabayla ama cok uzak benim is, mecbur yani), hadi diyelim benim gibi kurtlusunuz, yarim saatten fazla oturamiyorsunuz oturdugunuz yerde, illa kalkip bi dolanasiniz geliyor arada, hadi bir de sigara iciyorsaniz ki, ironik ama fazladan en az 300 adim ediyor gidip gelmek, aksam oluverdi, koca gun gecti. Bilin bakalim kac adim attiniz toplam? 3000! Evet sadece 3000!

Annemlerin burda olmasi ve Good Friday+Paskalya yortusu (hep cok gulmusumdur yortu lafina) munasebetiyle son 4 gundur ayaciklarim nerdeyse su toplasa ve adim atmak alaninda rekor uzerine rekor kirsam da, bugun monotona donup te aksam eve geldigimde minik sayacimda gordugum 3200 rakami hem itibarima hem de takimdaki yerime golge dusurmeye kastetti. Su an kendi takimimda 10 kisi icinde 2.'yim, diger takimlari bilmiyorum, o bilgi gizli:)) Feci bir rekabet var, anlatilmaz yasanir..

E hal boyle olunca, yemedim icmedim ve kendimi is cikisi yollara vurup acigi kapatmaya calistim. Deli misin demeyin, millet kafayi yemis durumda. Bunalmis miyiz ne sirkette, millet motor takti yuruyo haldir haldir. Bilen bilir, geri kalirsam incim dokulur, ben de taktim motoru el mahkum. Netekiiiiiim... 10.000'i bulamasam da su saat itibariyla 3200'den iyidir skor ve kisisel rekorum ise su anda 2 Nisan tarihli 13.500 adim!

Bi de sirketteki kafasi uckagida en yatkin takimda oldugumu da belirtmeden gecemiycem. Gerci sirf dilimizde ama ne hain planlar dondu, saka gibi... Aleti, yeni emekledigi icin sevincinden gun boyu ordan oraya kilometreler kateden bebesine takmayi mi dusunenler mi istersiniz, kopeginin tasmasina ilistirmeyi mi, yoksa kazan-kepce kontenjanindan annesine yamamayi planlayanlari mi? (Vallahi yapmadim billahi yapmadim :)) )
Dedim ya, geyikte kaldi  hepsi ama diger ekiptekiler, uluorta konusulan bu dahiyane fikirleri duyduktan sonra, biz kazansak bile ikna olurlar mi artik bilemem. Odul mu ne? Bilmiyorum ki, sormadim:))

Boyle yani.. Bir ki uc dort, hop ki uc dort!






Notlar:- Son 4 gundur Sky Tower disinda yeni bir yere gitmedim sayilir, daha once gorduklerimi "iste buralar da boyle komple bizim" havalarinda annemlere sattim sadece ama Sky Tower guzeldi ne yalan soyliyim, baya baya guzeldi hem de. Buyrunuz birkac foto kusbakisi, serpistirdim saga sola. Sevgiler herkese!

29 Mart 2010 Pazartesi

update verilir

Bi suredir yazmadim. Adam tas olur biliyorum ama hafiften bi afakanlar yokladi son bir haftadir. Guleryuzlu Avustralyali dostlarimizin hal hatir sormakta uzerlerine yok ama gordugumuz tum rahmet te bu kadar. Bi disari cikalim olsun, iki akalim gecelere yok oyle seyler. Zaten ofiste yas ortalamasi da baya yuksek. Ben de bulug cagimda degilim tamam ama ortalamaya vuracak olursak benden en az bi jenerasyon ust ortalik... Tabi sokaga da cikip "pardon arkadas olabilir miyiz" diyemiyo insan; durum boyle olunca da bi bunalti geliverdi. Bugun annemler geldi, evde bi soluk, iki geyik, sicak yemek... Mutluyum simdi:)

Neler yaptim peki? Insanin modu dusuk olunca aktivitesi de dusuk oluyo ama yine de attim kendimi disarilara neyse ki. Cumartesi gunu pazara gittim!! Evet evet bildigimiz pazara... Paddington Market varmis burda Cumartesileri http://www.paddingtonmarkets.com.au/ Dediler mutlaka git (e sen de gelsene benle onerene kadar; da diyemedim pek tabi), cok guzel seyler var etc.. Hava da bulutlu olunca Cumartesi "e hadi" dedim. Baya baya pazar ama Ulus Pazari gibi daha cok. Kiyafetti, cantaydi oyle seyler var. Bir de biraz farkli olarak ressamlar vardi, tablolarini satiyolar tezgahlarda. Ama Ulus Pazari veya Sali Pazari dedigin taklit maklit daha ucuzdur di mi? Yani pazar konsepti bunu gerektirir?? Burda oyle degil ama iste... Tamam genel olarak pahali bir sehir burasi; dengesiz bir pahalilik var ustelik ama ben klasik depresyondan cikma yolum olan "alisverise saldiri" moduna gecip pazari kaldirip donecegimi dusunurken, bi tane canta alip ezik ezik(!) ciktim pazar yerinden. Canta da yari fiyatina inmisti de oyle aldim yani:)) Ben boyle sey gormedim, ciddi ciddi magazalar cok daha ucuz. Bi de gelip gelip "fiyatlar indi" demiyorlar mi?? Ya da biz cok alismisiz Turkiye'de, ozellikle giyim kusam icin, bir suru alternatif olmasina ve her keseye uygun; olanca manik depresif halime ragmen elim gitmedi cebime. Ama cantami taktim koluma, o da yetti akil sagligimin averaj bi seviyeye yukselmesine:)

Ordan ciktigimda ise hayatimda benim gordugum en buyuk parka gittim, Centennial Park, http://www.centennialparklands.com.au/ ,direkt sehir kurulur oraya bence, hani koy kasaba demiyorum. Ben sinirsiz maviden cok ucsuz bucaksiz yesili severim, cayir bayir yani. Kosasim gelir kesilene kadar. Yapamadim deli derler diye ama Friends'in bir bolumunde Rachel ve Phoebe kavga ediyorlardi; sebep te Phoebe Central Park'ta elini kolunu manyak gibi savura savura kosup "en iyi desarj olma sekli bu" diye iddia ediyordu; Rachel da utaniyordu o oyle kosuyo diye. Gerci sonucta Rachel yola gelmisti, neyse.. O aklima geldi parktayken; oyle bi ani iste bu da :))

Pazar gunu ise hava acti, bu sefer de Bronte Beach'e gittim. Bence su ana kadar gittiklerimin en guzeliydi. Bu da Bondi kadar buyuk degil ama kumsalin arkasinda kocaman bi cim alan var, o cim alanin en arkalarina dogru da mangal icin yerler. Coluk cocuklular, ip atlayip top oynayanlar orda takiliyor, digerleri ya kumda ya on cimlerde. Bi de sag tarafinda ilginc kaya olusumlari var, oralara da bakindim. Magara gibi yerler var tepede ve denize karsi; manzara muhtesem. Oralari da mesken tutanlar vardi ama cok erken gitmek lazim sanirim. Bilemedim iste..

Bu arada dun benim otel/evin muduruyle tanistim. Adam Ispanyolmus ama zaten hemen belli etti, bir ihtimam bir alaka, artik sirtim yere gelmez:)) Yani Michelle'in mudurunu bagladim:) Lakin heyecana gerek yok, tostoparlak kendisi ama Iber Yarimadasi hayranligimdan midir, Akdenizli kani mi cekti bilinmez, pek iyi oldu kendisiyle tanistigimiz.

Onun disinda dedigim gibi, bu sabah annemler geldi ama henuz gormedim kendilerini. Cunku sabah geldiler, ben de ise gelmek zorunda oldugumdan karsilayamadim. Su an koma halinde uyuyorlar sanirim. Ben annemi tanidiysam ve biraz da kendimi, saglam hikaye cikar bu ziyaretten. Hadi bakalim:)

22 Mart 2010 Pazartesi

Yangin da cikabilir, kopekbaligi da... Korsan da...

Uykuyu sevsem de uykum agir degildir.
Cumartesi sabahi derinlerden bir yerlerden gelen bir sesle uyandim, Ilk aklima gelen "merkezi radyo yayini mi basladi, ne alaka simdi" oldu. Kalktim kulak kabarttim, hakikaten tavanda bulunan hoparlorden bir DJ sabah yayinina baslamisti; sandim kiiii, uykumun da iyice acilmis olmasi marifetiyle, DJ'in (!) surekli ayni seyi soyledigini farkettim. Soyle diyordu "Emergency, emergency! Please evacuate!!". Ve tam ben bunu idrak ettim edecekken avaz ates alarmlar calmaya ve benim DJ de (ki pek tabii kendisi DJ degildi) kendini paralamaya basladi: "EMERGENCY EMERGENCY PLEASE EVACUATE!!!!". "Yandim anam" diyerek kendimi disari attim. Komsularimla beraber yangin merdiveninden asagi inerken, "yangindan ilk kurtarilacaklar" profilini de gozlemleme imkani buldum. Iki baslikta toplayabilirim: bebekler ve laptoplar! Bebegi olanlar yavrucuklarina, olmayanlar kariyerlerine simsiki sarilmis halde ve hepimiz binbir renk ve desendeki pijamalarimizla asagi dogru seyirttik:) Benim ise elimde sadece pasaportum ve cep telefonum vardi:)))) No comment!

11 kati done done inip kendimizi sokaga atmamizla alarmin da asilsiz oldugunu ogrenmemiz bir oldu. Ve bilin bakalim resepsiyonda kim vardi? Evet Michelle:)) Sanirim kendisi biraz bahtsiz bir kisi, olaysiz bir vardiyasi olmuyor garibimin:) Sonuc olarak, yanlis alarm biz dairelerimize dondukten ancak 15 dakika sonra sustu. Bizler olayi sacma bir ani olarak yerine yerlestirirken Michelle'de olan biteni merak etmekten kendimi alamiyorum:)


Neyse... Sonucta uyudum birkac saat daha ve sonra da Manly'ye gitmeye karar verdim. Burasi Sydney'den feribotla yarim saat uzaklikta bildiginiz sahil kasabasi tadinda bir yer. Plaji Bondi'dan daha guzel degil ama dalgalar daha bi coskun yani daha fazla sorf yapan arkadas izleme sansina eristim:) Tam biraz isinip ta "bi dalip ciksam mi" diye dusunurken baska bir anonsla irkildim. "Hoppalaaaaa! Dunya anons gunu herhalde" derken bi anda denizde ne kadar insan varsa akin akin kiyiya cikmaya basladi. Tahmin ettiniz belki ama etmediyseniz bu seferki uyarimiz "kiyidan cok ta uzak olmayan bir mesafede bir kopekbaligi goruldugunu" salik veriyordu. Bu ilginc bir olaydi gercekten. Her ne kadar Avustralya'nin kopekbaligi saldirisi derdinden muzdarip oldugunu bilseniz de, plaja gidip te boyle bir anons duymak garip geliyor insana. Tam anlamiyla "dikkat kopekbaligi cikabilir!", o nasil birsey yahu?? :) Sonucta iri dostumuzu goremedim bizzat; bir sure sonra da, basta denizin tenhalasmasini firsat bilen uyanik sorfculer olmak uzere, herkes cimmeye basladi yeniden. Ben yine de kiyin kiyin yuzdum ama, "neme lazim" diyerek.


Pazar gunu ise Bondi Beach'e gittim yine. Artik bunlar yazin son demleri diyolar. ben de oren yerleri ve muze gezilerini annemlere ve Levent'e sakliyorum. Levent'le de ne muze gezeriz ya, neyse iste:))
Haftasonun ozeti budur.

Bugun ise apayri bir tecrubeydi. Bizim acentanin davetlisi olarak bir yuk gemisine bindim:))) Makina dairesi. kaptan kosku falan gezip bir de yemek yedik icinde. Konuyla ilgili yapabilecegim tek yorum "cok buyuk" oldugu:) Ha bir de kaptan koskunde gordugum bir klasorden bahsedebilirim. Dosyanin adi "Piracy Alarms"di:)) Yani son 3 gundur alarmlarla kusatilmis durumdayim, bizzat veya dolayli!